ERMENİSTAN  SOYKIRIM İNADI VE KAYBEDİLEN GELECEK 

ERMENİSTAN 

SOYKIRIM İNADI VE KAYBEDİLEN GELECEK 

                 

                                                                         Ömer Ersun 

                                                                                    Emekli Büyükelçi 

 

Her yıl olduğu gibi Nisan ayı yaklaştıkça Türkiye’ye karşı bir Haçlı Seferinin hazırlıkları Batı’da yoğunlaşıyor. İki oy fazla alabilmek için her yolu denemeye hazır ilkesiz politikacılar, çirkin yüzlerine eski Yunan tragedyalarında olduğu gibi birer maske geçirecekler. Mazlumlara acıyan merhamet ifadesiyle ağlamaklı taş maskeler, gerideki şeytanî yüzleri gizleyecek. Zavallı Ermeni “sessiz çoğunluğu”nun acılarına ortak oldukları görüntüsüyle, Türkleri Avrupa Birliği dışında tutabilmenin kirli, ırkçı hesaplarını yapacaklar.  

Bir diplomat için bu konuda yazı yazmanın nasıl acı verdiğini okurların tasavvur  etmesi kolay değil. Türkiye’ye ve Türklüğe yapılan haksız saldırılara karşı tepkilerimiz okurlarla benzer olabilir. Ancak, biz diplomatlar için olayın bunun ötesinde, içimizde hâlâ kanayan bir yönü var. Bu bizim uzun yıllar hayatımızın bir parçasıydı; gündelik yaşamımızla, sevdiklerimizle, dostlarımızla doğrudan bağlantılıydı ve hâlâ öyle.  

Şimdi artık yazabilirim. Ben 65 yaşımı tamamlayıp, emekli olabileceğimi pek sanmıyordum. İnanması zor ama bu umurumda da değildi. Aranızda, yaşamının bir döneminde şartların vasiyetini yazmaya zorladığı az sayıdaki kişi ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Türk insanının garip bir kader anlayışı var. Ateş hattındaki asker gibi durumunuzu işinizin doğal gereği sayıyor, muhtemel sonucu kabulleniyor ve içinize sindiriyorsunuz. Balık tutmaya giderken bile gizli servis ajanlarının korumasında olmanın dayanılmaz sıkıntısına dahi bir süre sonra alışıyorsunuz. Hayat normal seyrini sürdürüyor.  

Ama alışamadığınız, hiç kabullenemediğiniz bir şey var: “Sen Türksün, kötüsün, senin ecdadın katildi, sen de gaddar ve katil ruhlusun, zavallı insanların acılarına duyarsızsın, doğuştan suçlusun kabul et, günah çıkar ki, ruhun kötülüklerden arınsın” diyorlar. Hele, barış şartlarında, ekonomik zorluklar dışında çatışma-vuruşma ortamı yok iken, masum insanları ırkçı bir kinle çoluk çocuk yok eden insanlık tarihinin en iğrenç katillerinden biri olan Hitler için “seni örnek aldı” demiyorlar mı, öfkemi zaptedemiyorum. Haksızlığın bile bir derecesi olmalı, bu kadarı gerçekten fazla geliyor.  

Devletimizi temsil etmenin sorumluluğu yıllardır bizi, ölçülü ve dikkatli davranmaya, söyleyeceğimiz sözü, yazacağımız cümleyi önceden bir kaç kez tartmaya  alıştırdı. Okurlarımız bağışlasın, bu defa bir emekli olarak yüreğimi aklımın önüne koyacağım, duygularımı ve parça parça da olsa izlenimlerimi sizlerle paylaşacağım. İnsan her şeyden önemlidir, tek bir birey bile. Tarihçiler, hukukçular ve sosyologların “savaştır, trajedidir; hayır soykırımdır” tartışması bireyin penceresinden, onun algılamaları, yaşamı ve acılarının prizmasından görülmedikçe ne anlam ifade edebilir ki? Ben bu olayı yıllardır yaşadım ve anlatmaya çalışacağım.  

1973’te ilk iki şehidi verdiğimizde hissettiğimiz, tam anlamıyla bir şaşkınlıktı. O tarihte Ermeni dendiğinde zihnimde uyanan görüntü, çocukluğumda muayenehanenin ürkütücü aletleri ve beyaz önlüğü içinde hatırladığım ilk hekim, kırlaşmış saçları, gülümseyen müşfik yüzüyle o harika insan, korkumu yatıştıran diş hekimi, aile dostuydu. Henüz okula bile başlamamıştım ama İstanbul Eminönü’nde, Nimet Abla Milli Piyango Gişesinin karşısına düşen bir yüksek binadaki muayenehaneyi hâlâ hatırlıyorum. Annem en mükemmel diş hekimlerinin Ermeni vatandaşlarımızdan çıktığını söylerdi. Dünyanın öbür ucundaki çılgınca bir terör eylemiyle “Ermeni” imgesi1 arasında bir bağlantı kurmak olası değildi. Hele benden epey kıdemli, hep çekingen bir kibarlık içindeki, güler yüzlü Mehmet Baydar ile uzaktan da olsa Steve McQueen’i hatırlatan tavırlarıyla gencecik eşini bırakıp giden, yiğit duruşlu Bahadır Demir’i düşününce. Bu iki güzel insanı hiç sebepsiz ancak bir deli öldürebilirdi.  

Bu ilk şaşkınlık ancak iki yıl sürdü ve 1975’te katliam serisi başladı. Ondan sonra da hiç aralıksız devam edip gitti. Ben o sırada Cenevre’de görevliydim. 1950’lerde ve 60’larda bizim kuşağımız Batılılara kızardı. Afrika’nın sömürgeciliğe başkaldırdığı yıllardı. BM Genel Sekreteri idealist Dag Hammarskjöld’u, Lumumba’yı öldürdüler, Musaddık’ı devirdiler, İngiliz-Fransız zırhlıları Süveyşi bombaladı, Fransızlar Cezayirlileri işkenceyle öldürüyorlardı. Macaristan’ı tanklarıyla ezince Sovyetlerin de Batılılardan farklı olmadığı ortaya çıkmıştı. Yalnız, Batı’daki özgürlük ortamında bu cinayetlere karşı çıkanlar da vardı. Haksızlığa, adaletsizliğe karşı mücadele etmek, hatta Vietnam savaşını durdurmak dahi mümkündü. Bu nedenle, emperyalizme ve vahşi kapitalizme karşı, insan kendini Batı’nın temel değerler sistemiyle özdeşleştirebiliyordu. Bu açıdan, ilk kez 1975’te, Cenevre’de ciddi bir manevi sarsıntı geçirdim.  

Önce, her haliyle tam bir beyefendi olan Büyükelçi Daniş Tunalıgil Viyana’da, hemen ardından tüm işlerini aceleyle bitirmesi gerektiği için daima telaşlı bir çalışkanlık ve hareket içinde görülen, ancak gülümsemesini de hiç yüzünden eksik etmeyen titiz ve sevimli amir Büyükelçi İsmail Erez Paris’de şehit edildiler. Büyük şokun etkisiyle bu çılgınlığın nedenlerini öğrenebilmek için Fransız televizyon ve radyolarına odaklandım. İnanılır gibi değildi. Bu cinayetleri haklı ve mazur göstermek için bin dereden su getiriyorlardı. Yani onlara göre iki Büyükelçi de öldürülmeyi hak etmişti. Neden belli idi: “suçları Türk olmaktı”. İnandığım Batı’lı değerlerin kırıntısına rastlamak umuduyla günlerce tüm yayınları taradım. Hayal kırıklığım derin oldu ve hâlâ içimde bir yerlerin burkulduğunu hissediyorum.  

Sonra, cinayetler her yıl aralıksız sürdü. Kendisiyle ağabey-kardeş ilişkisi kurduğumuz sevgili Amirim, güzel insan Büyükelçi Özdemir Benler’in gencecik, öğrenci oğlunu 1979’da şehit ettiler. Üstün niteliklere sahip bir çocuktu, matematik ve teorik fizikle ilgileniyordu, akademisyen olacaktı. İnsanlık kaybetti ancak, ailenin ıstırabını tarif etmem mümkün değil. Buna rağmen Özdemir Bey katil Ermeni gencini hiçbir zaman lanetlemek istemedi, acısını içine gömdü. Sanıyorum Ermeni gencinin oğluyla beraber kendi insanlığından da bir şeyleri öldürdüğünü hissediyor, ona da acıyordu.  

1983 yılının Mart ayını unutamıyorum. Dış teşkilattan Bakanlığa gönderilen tüm siyasî telgrafların birer örneği masamdan geçiyordu. Selanik Başkonsolosluğumuzdan gelen, görünüşte rutin bir açık telgraf dikkatimi çekti. Selanik’te çıkan aşırı sağcı ve Türk düşmanlığının ticaretini yapan bir gazetenin (“Alithia” –yani “Gerçek” gazetesinin) bir haberinin tercümesiydi. Gazetenin adını saklı tuttuğu bir ASALA militanı demeç vermişti. Türkiye Ermeni soykırımını tanıyıp, sonuçlarını kabul edene kadar, Türk diplomatlarını öldürmeye devam edeceklerdi. Yalnız, son olarak önemli bir karar almışlardı, bundan böyle Türk diplomatlarının en iyilerini seçip, onları teker teker öldüreceklerdi. Gazetenin sadist bir zevkle ballandırdığı haberi tiksintiyle okudum. Tam iki gün sonra, hafta ortasında Belgrad’da Galip Balkar’ı vurdular.   

İki haberi yan yana koyduğumda, kendimi midemden hançerlenmiş gibi hissettiğimi, bir süre iki büklüm acıyla kıvrandığımı hatırlıyorum. Galip Balkar gerçekten en iyimizdi. Meslekî üstün yetenekleri bir yana, yüzünden, bakışından iyilik okunurdu. Mütevazi bir aileden geliyordu, kendisini bakanlıkta genç yaşında bir efsane haline getiren sadece insanlık sermayesiydi. Bir kaç ay sonra da, Galatasaray Lisesinden sevgili arkadaşım ve meslekdaşım Yurtsev Mıhçıoğlu’nun eşi Cahide, Lizbon’daki terorist saldırı sonucu yanarak öldü. Saldırganlar için çocuk, kadın farketmiyordu. Tüm şehitlerimiz için Tanrı’dan rahmet diliyorum. Başta Fransızlar olmak üzere ırkçı Batı medyasını kendi zehirinde boğulması gereken bir akrep gibi andığımı, diplomatlığı filan bir kenara bırakıp açıkça ifade ediyorum. Yaptıklarının taammüden işlenmiş yüz kızartıcı bir suç olduğu, gelecek kuşakların gözünden kaçmayacaktır.  

Biz o tarihlerde, kana susamış bu çılgınlığın göstermelik nedenleri yanında, akla yatkın görünen bir açıklamasının olup olmadığını tartışırdık. 80’lerin ilk yarısı Doğu-Batı arasındaki Soğuk Savaşın kızıştığı yıllardı. INF2 müzakerelerinde Türkiye’yi temsil ediyordum. Nükleer savaş korkusuyla Danimarka’dan “Better red, than dead” (ölmektense kızıl olmak evlâdır) sesleri yükseliyor, ciddi ciddi Federal Almanya’nın nötralizme kayma olasılığı tartışılıyordu. O şartlarda Türkiye destabilize edilse, doğrusu Sovyet sisteminin ekmeğine yağ sürülmüş olurdu. İkinci bir ihtimal Yunanistan’ın bir melanet karıştırmasıydı. Atina’da dört yıl görev yaptım.  İki büyük yazarın eserlerini, Vassilis Vassilikos’un Ölümsüz Z adlı kitabını veya Kazancakis’i okumanız yeter. Yunanlı dostlarımızın nelere kadir olduğunu kavrarsınız. Öcalan’ı saklarken devlet adına dünyaya resmen yalan söyleyerek son bir örnek verdiler. Dangalos’un (Sayın Oktay Ekşi’den aktardım)  koltuğuna mal olduğu için umarız bu sonuncu örnek olur. Muhtemelen, Yunanistan’da hiç değilse bazılarının (Alithia gibi mesleği Türk düşmanlığı olanların) katillere bir şekilde destek sağladığını varsayabiliriz. Ancak, işin künhünü kavrayabilmem için 1990’ları beklemem gerekiyormuş. Zira, böylesine karmaşık (ya da absürd) bir yap-boz’u çözebilmek için sadece okuyup incelemek değil, yaşamak da gerekli.  

80’lerin ikinci yarısında Palme’nin öldürülmesinden altı ay sonra İsveç’e Büyükelçi atandım. Terörün çirkin yüzü orada da beni bırakmadı. İsveç gizli servisi sürekli hangi yöntemlerle öldürüleceğime (dürbünlü tüfekle, bir motosikletlinin arabama yapıştırıp kaçacağı 10 saniyede patlayan manyetik bombayla, katılacağım törene atılacak el bombalarıyla vb.) dair yenilenen bilgilerle beni uyarıp önlem alıyor ancak, Sefaretin çok yakınına sokulmasına göz yumulan göstericileri daha uzakta tutmalarını sağlamam için kavga çıkarmam gerekiyordu. Hep yakın koruma altındaydım ve kılık değiştirip, gizlice tek başıma mesela kitapçıya kaçma teşebbüslerim de kısa sürede akim bırakıldı. Uzatmayalım, 1991 sonunda yurda döndüğümde, kendimi üç buçuk yıl süreyle Kafkaslardan ve Balkanlardan sorumlu buldum.  

Bu süre içinde önce Başbakan, sonra Cumhurbaşkanı Demirel’in özel temsilcisi olarak Nahçıvan, Bakü, Erivan, Ankara arasında mekik dokudum. En uzun süreyle Bakanım, Mülkiye’den sınıf arkadaşım, can dostum, ince, zarif kişiliğini diplomasiye taşıyan, güzel insan Hikmet Çetin idi. Sık sık Ankara’dan yok olduğumda eşim nereye gittiğime dair kimseye bir şey söylemediği, ben de medyaya tek kelime sızdırmadığım için bu gizli seyahatler hakikaten  “gizli” kaldı. Bu arada Azerbeycan’ı, Ermenistan’ı yerinde tanıdım. Karabağ ihtilafının başında, Minsk Grubunda Amerikalılar ve Ruslarla, Ermenistan ve Azerbaycan’ı uzlaştırmaya çalıştığımız beşli bir icra grubu oluşturduk.  

Bu dönemden hafızama kazınmış konumuzla ilgili bir anıyı nakletmeden geçemeyeceğim. Sovyet Ermenistan’ı bizim için Lübnan’la beraber (gizli servislerin de yuvalandığı) bir terorist yatağıydı. Yalnız bağımsızlık öncesinde ve hemen sonrasında Erivan’dan gelen sinyaller bu sterotip imgeyle bağdaşmıyordu. Karşımıza bir Sovyet kuklası değil de, sanki gerçekten bağımsız bir oluşum çıkmaktaydı. 1992 baharında Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansının Helsinki’de düzenlediği bir “Yüksek Memurlar Toplantısı”na katıldım. Ermenistan Delegasyonundan Fransız olduğu belli bir genç adam söz aldı. Durup dururken ve hiç gereği yokken ağır ifadelerle Türkiye’ye saldırmaya başladı. Beklemediğim için önce şaşırdım. Ancak, açık haksızlık karşısında şaşkınlığım kısa sürede öfkeye dönüştü. Müdahale edip Lübnan’da karıştırdıkları haltlara da atıfla ağır bir karşılık verdim ve diplomatik bir toplantıda alışılmadık bir üslupla kapıştık. Sinir içindeyken yanımdaki Daryal Batıbay’ın beni yatıştırmaya çalıştığını hatırlıyorum. Erivan’dan gelen temsilciler de Fransızı süratle susturup dışarı çıkardılar. Daha sonra onlarla kuliste nezaketle bir araya gelip, konuştuk. Efendi, sakin, dost tavırlı insanlardı. Sadece Fransız yabani bir yaratık gibi uzakta kaldı. Toplantı masasında heyetlerimiz nispeten yakın oturduğu için çatışma sırasında sık sık göz göze geldik. Benimkilerde hiç süphesiz şiddetli bir öfke ama adamın gözlerinde derin bir kin ve nefret vardı. Beni hayatında ilk kez gördüğü halde nasıl bu kadar nefret edebildiğini anlamak kolay değildi. Orada gündelik yaşamımda ilk defa bir tür nazizmle tanıştığımı anladım. Ayrıca, iki tür Ermeni vardı. Erivan’dan gelen normal insanlar ve Fransız gibi kuduruk naziler. Bu ayrımı yaşayarak öğrenmem daha sonra Ermeni gerçeğini anlamamda çok yardımcı olacaktı.   

2004 yılının Ekim ayında ABD’de Michigan Üniversitesinde eski Karabağ müzakerecilerini akademisyenlerle  bir araya getiren bir konferansa 20 küsur sayfalık ingilizce bir tebliğ sundum. Bilimsel değil, duygusal olduğunu peşinen belirttiğim bu kısa makalede oradaki bazı tespitleri bir kaç cümle ile özetleyeceğim.  

Okurlarımızdan ilk ve en önemli ricam şu: Lütfen Ermenileri yekpare bir bütün olarak düşünmeyin. Yukardaki Erivan-diaspora (Fransız) ayrımı da aslında çok kaba ve eksik bir sınıflandırma. Diaspora içinde de sessiz bir çoğunluk ve cırtlak sesli, ajitatör bir azınlık mevcut. Milliyetçiliği açık artırmaya çıkardıkları için diasporada pek az kişi doğruları dile getirmeye cesaret ediyor (zira sonuçta hainlikle suçlanmak var) ve bizlerin onlardan pek haberi olmuyor. Nihayet provokatör azınlık, bugüne dek sessiz çoğunluğu kandırmayı başardı. Her birimizin “gaddar Türk” olduğuna pek çoğunu inandırdılar. Bu yalanı kırmalıyız.  

Soykırım tartışması bu yalanın paravanası. Lütfen Taşnakların tuzağına düşmeyelim. Dünyanın bütün tarihçileri bir araya gelip bir sonuca varsalar; tüm hukukçular ortak bir görüşe ulaşsalar bu sorun bitmez. Hayal kurmayalım. Karşımızdakilerin merhamet ticareti yapmalarına da aldanmayalım. Gerçek maksatlarını zaman zaman açığa vuruyorlar. 2000 yılında Taşnak Partisi  Yüksek İcra Kurulu Başkanlığına seçilen ve Cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrossian döneminde hapiste olan Hrant Markarian, verdiği ayrıntılı bir mülakatta3; “Soykırımı tanıtma gayreti kendi başına bir amaç değildir; Batı Ermenistan’ı kurtarma mücadelesinin bir aşamasıdır”4 diyor.  

Aklı başında Ermeni dostlar Michigan’daki toplantıda bu tür hezeyanları “hayalperestlik” olarak niteleyip, ciddiye alınmamasını önerdiler. Ben de zaten ciddiye alınması için zikretmiyorum. Ottava’da Büyükelçi iken sonra önemli görevlere gelen bir Kanada’lı siyasetçiye 1994’te Erivan’dan kovulan Taşnak liderin İstanbul havaalanından Paris’e transit geçerken bizim gazetecilere söylediklerini nakletmiştim. Hayretle “Manyak mı bu adam?” diye sormuştu. O tarihte bu sorunun cevabını muhatabımın takdirine bırakmıştım. Diaspora taşnaklarının çoğu kapalı toplumlarda, ya Markarian gibi İran’da, ya da Lübnan, Suriye gibi terorist yatağı ülkelerde yetişmektedir.  

Ne yazık ki Ermeni toplumunun genelinde bunları türeten bir hastalık mevcut. Ben de dengesiz kişilerin hezeyanlarının ciddiye alınması için değil, hastalığa doğru teşhis koymamız için bunlara gönderme yapıyorum. Türkler olarak bize, kızmadan, sinirlenmeden yüklenmemiz gereken önemli bir sorumluluk düşüyor. Ermeniler bizim insanlarımız, yüzlerce yıl Anadolu’da bizimle kaynaşmış, yakın dost ve komşularımız, zaaflarıyla, iyi yönleriyle bugün dahi içten pazarlıklı Batı’lılara değil bize benziyorlar. Onlara Taşnaklar’ın hastalıklı prizmasından bakma yanlışından kendimizi kurtarmalıyız. Kızgınlıkla değil şefkatle, anlayışla yaklaşmaya çalışmalıyız. Bunu ben söylüyorum, meslek ailesinde kaybettiklerinin acısını hâlâ yüreğinde, fizikî saldırıların izlerini vücudunda taşıyan bir camianın üyesi olarak. Düşmanlık gerekliyse, buna bizden fazla hakkı olan hiç kimseyi bulamazsınız. Düşmanlığı reddediyoruz.  

Hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken bir temel gerçek şu: Ermeniler toplum olarak dayanılmaz ıstıraplar çekmişler; en acısı da anayurtlarından ayrılıp, yabancı ülkelere dağılmak mecburiyetinde kalmak. Ben bunu somut gerçek olarak görüp, yaşadım: bizim usul pastırma almak için iki saat yol gittiğim Montreal’de dükkanının duvarına Türk gazetelerinden kestiği resimli, sararmış Kayseri haberlerini asan Kayseri köylüsü Ermeni yurttaşlarımla; New York’da sokak boyu kurdukları Ermeni panayırında McDonald’s a inat bize kömür ateşinde lezzetli ekmek içi köfte sunan ihtiyarla ve biz eşimle aramızda ihtiyaten ingilizce konuşurken, birbirlerine Türkçe laf atan kızlı erkekli üçüncü kuşak Ermeni gençleriyle; Lexington ve 28. Sokağın  köşesinde kırk yıl öncesinin Mısır Çarşısındaki gibi bakliyatı çuvallarda sergileyen, New York’lu tüm Türklerin alış-veriş ettiği, İkinci Dünya savaşının İstanbul’undan aktarılmış dekor hissi veren antik Ermeni Bakkalla; cinayetlerin sürdüğü dönemde Florida’da Hayvanat Bahçesinde kimliklerimizi farkedip, önce irkildiğimiz sonra karşılıklı baş selamıyla ve tuhaf duygularla ayrıldığımız Ermeni aileyle… Bu listeyi daha fazla uzatmaya gerek yok. 

Siz Ermenilerin toplum olarak çektiği ıstırabın adına ister trajedi deyin, ister soykırım, sokaktaki adam için yukarda özetle değindiğim yaşam gerçeği değişmez. Zaten pek çoğu “soykırım” denirse, acılarına daha yüksek ve anlamlı, daha insanî bir tanımlama getirildiğine inanıyor. Kaç kişi “soykırım” nitelemesinin hukukî ve siyasî sonuçlarının bilincinde ki? (Taşnaklar hariç). Biz de sanki tüm Ermeniler bugünkü Taşnak partisinin üyesiymiş gibi hemen savunmaya geçiyor ve “soykırım oldu, olmadı” tartışmasına girişiyoruz. Oysa, Ermenilerin “sessiz çoğunluğu”na, sokaktaki adama onların acılarına duyarsız kalmadığımızı göstermenin yollarını aramalıyız. Kendilerine bizim hakkımızda büyük bir yalan söylendiğini anlatabilmeliyiz.  

Biz Türkler iki yüz yıl boyunca Balkanlardan ve Kafkaslardan vahşi bir tehcire, etnik temizliğe, Ermenilerin deyimiyle “soykırım”a tabi tutulduk. Hem toprak talebi, hem de dinsel ırkçılıkla üzerimize geldiler. Bizi Avrupa kıtasından sürüp çıkarmak hatta, bir millet olarak tarih sahnesinden silmek niyetlerini gizlemek ihtiyacını bile hissetmediler. Neyse ki, Anadolu elimizde kaldı ve Ermeniler gibi sağa sola dağılmayıp, kendi öz vatanımıza sığındık. Bir araştırılsa, bugünkü nüfusumuzun yüzde kaçı muhacir çocuğudur? Bence çok yüksek bir oran çıkar. Sonuçta, bizim için planladıkları Ermeni yurttaşlarımızın başına gelince, onları ortada bırakmakta bir an bile tereddüt etmediler. Döktükleri timsah gözyaşlarına bakmayın bugün de aynı şeyi gözlerini kırpmadan yapar ve çıkarları gerektiriyorsa Ermenileri anında satarlar. Bütün bu nedenlerle biz Ermenilerin ıstıraplarını iki yüzlü Batılı politikacılardan çok daha iyi ve derinden anlayabiliriz. Yaşayan bilir. 

Peki bu “Ermenilerin dramına sessiz kalmak”, “Tarihi unutturmak” veya “Tarih’le yüzleşmek” iddiaları nereden çıkıyor? Sanki bir suçumuz varmış da, bildiğimiz halde gizlemeye çalışıyormuşuz gibi bir hava yaratmaya çalışıyorlar. Ne alakası var? Bunu söyleyenlerin Atatürk’ün Cumhuriyet’e bıraktığı manevi mirasın “abece”sinden habersiz olduğu anlaşılıyor. Cumhuriyet bize eski düşmanlıkları körüklememek, canlandırmamak gerektiğini öğretti. Tarihin tekerrür etmemesi için ileriye bakmamız gerektiğini öğretti. Atatürk İzmir’de ayaklarının altına serilen Yunan bayrağını kaldırtmadı mı?  Bir anlamda kandırılıp, İngilizlerin paralı askeriymiş gibi Anadolu’yu tarümar eden Yunan ordusuna karşı dahi bize düşmanlık telkin edilmedi. Savaş zaten canımızı zor kurtardığımız, başlı başına bir dehşet hikayesi. Sürekli kabuslarla mı yaşasa idik? Biz ulus olarak Cumhuriyet’le birlikte yeni bir hayata başladık. Geçmişin acılarının gölgesinden, hesaplaşma, hınç alma duygularından, düşmanlıklardan uzak, yep yeni bir hayata. Ne yapmamız bekleniyordu? “İngilizler bize şu kalleşliği yaptı”, “Araplar bizi arkadan vurdu”, “Biz Ruslara şöyle bir ders verdik” gibi geçmiş muhasebesiyle mi yıkıntılar üzerinde çağdaş bir devlet oluşturacaktık? Bugün Batılı dostlarımız bu geçmişin muhasebesini açmak istiyorlarsa, herkesin bilançosu önüne konduğunda kimin utançla başını öne eğmesi gerektiğini görürüz. Bizim çekinmemiz için bir neden yok ama arada Ermeni yurttaşlarımıza yazık olduğu kesin.  

Bugünkü Ermenistan’ı perişan etmekte olan Taşnak komitacılar, bu gerçekleri bal gibi biliyorlar. Ama, hastalıklı kafa yapıları öz eleştiri yapmaya müsait değil. Onlar daima, her konuda mutlak haklıdır. Kendileri hiçbir şekilde kabul etmeyecekleri, her zamanki patronları ve velinimetleri büyük devletlere toz kondurmaya da cesaret edemeyecekleri için tarihteki siyasal-askerî hataları yükleyebilecekleri bir “suçlu”ya ihtiyaçları var. Batıdaki ırkçı, Medeniyetler Çatışması’nın gizli taraftarı politikacıların da işine geldiğine göre, yüklenirsin Türkiye’ye ve Türkler’e, zehirlersin çocuk yaştaki Ermenileri5; Türkleri de bu soykırım tartışmasının kırılgan tarafı yapabiliyorsan, gel keyfim gel… Yüzde on civarındaki bir oy oranıyla ayrıca, büyük ve dirayetli Devlet adamı, derin bir hukuk ve tarih bilgisine sahip, Karabağ’ın kahraman ve muzaffer  

komutanı, barışçı, âkil adam Cumhurbaşkanı Koçaryan’ın6 aktif desteğiyle yönetmeye devam edersin zavallı Ermenistan’ı. Bu arada muhalefet liderleri tüm engellere rağmen seçim kazanmak gibi bir yanlışa düşerlerse, komitacı geçmişini hatırlayıp, birkaç kurşunla defterlerini dürmek hiç de zor olmaz.7 Koçaryan gibi millî bir lidere karşı çıkma densizliğini gösterenlere dersini vermek bir vatanseverlik görevidir. Bu arada, millet açlıktan, işsizlikten Ermenistan’dan kaçıyormuş, nüfus eriyor, ülke boşalıyormuş, alacaklarını bir türlü tahsil edemeyen Ruslar önemli sınai tesislere el koyuyormuş, ne gam? Maksat vatan sağolsun, kahraman Haçlıların Türklere karşı kutsal seferi kesintiye uğramasın. Nasılsa, Kaliforniya’daki şakşakçıları bu başarıları okyanusa nazır villalarında viski kadehlerini tokuşturarak, Paris’deki naziler de gece kulüplerinde nadide Fransız şarapları içerek kutsamaktalar. Belki ilerde bir gün yatırım bile yaparlar. Çünkü bunların hepsi çok milliyetperver, fedakâr insanlardır. İşte hikayemizin geri fonu, artık bir diplomatın değil bir emeklinin gözünde bu unsurlardan oluşmaktadır.   

Şimdi, 90. yıldönümü yaklaşıyor ya, Batı’daki insanlık aşığı “dürüst” politikacılar ellerini ovuşturmaya başlamıştır. Sarkozy ve benzerlerinin Yunan tragedyalarından alınma birer taş maske takması iyi olur, yüzlere daha insancıl bir görünüm verilmiş olur. Hepimizi duygulandıracak içli konuşmalar yapacaklardır. Dinleyenlerin gözleri sulanacak, Türkler gibi “meşum bir ırkın” yeryüzündeki mevcudiyetini yüreklerinin derininde sorgulayacaklar ve Hristiyan yaratılmanın huzuruyla Tanrı’ya şükredeceklerdir. Medya onların sahte ağıtlarını, ilenmelerini, gaddar “Türk”e karşı işaret parmaklarını sallayarak göz dağı vermelerini veya insaniyetperver ve “uygar” tavsiyelerini engin bir tatmin duygusu ile nakledecek. Geçmişte emperyalizmin uşaklığını yapan, bölgemizdeki tüm halklara, doğal kaynaklarını sömürebilmek için onulmaz ıstıraplar yaşatan kendi ataları, Türkler kötülendikçe temize çıkacak. Ölülerin sırtından siyaset yapmanın gölgesi hiçbirinin yüreğine düşmeyecek, zira insan yüreği taşısaydılar, başkalarının acılarını çıkarlarına malzeme yapmak zilletine katlanamazlardı. Biz de bu güruha karşı “soykırım değildir, trajedidir” diye kendimizi savunmaya mı kalkışacağız? İsmet Paşa’nın lafı aklıma geliyor: “Hadi canım sen de”…   

Televizyonlarımız, Ermenistan Dışişleri Bakanının, Başbakanımızın “Tarihçilerimiz arşivlerde ortak bir çalışma yapsın” önerisini reddederken söylediklerini görüntülü olarak verdi. Adamın yüzüne dikkat ettiniz mi? Ben ettim. Vartan Oskanyan’ı Erivan’a yaptığım gizli seyahatlerin birinde Dışişlerinde orta dereceli bir memurken tanımıştım. Zihnimde düzgün, temiz yüzlü bir genç adam olarak kalmıştı. Bu duruma düşeceğini tahmin edemezdim. İnsanlar bilinçli olarak yanlış ve yapılmaması gereken bir iş yapmakta iseler, içlerinin karası yüzlerine siniyor. Karanlık yüz çizgilerini gördünüz mü? Yorgunlukla açıklamak olası değildi. Ancak, duran bir saatin bile günde iki defa doğruyu göstermesi gibi bu defa doğruyu söyledi. “Soykırım siyasî bir konu” dedi. Markarian da aynı şeyi söylüyor. Kesinlikle onlar için “insanî” bir konu değil, “hukukî” hiç değil, tarihî gerçeklerin ne olduğunun da fazla önemi yok. Onlar bu işten siyasî bir rant bekliyorlar. Kendilerine res’en Rus ve Batılı bazı efendiler tayin etmişler. Bu velinimetleri Hristiyan Ermenilere aşık oldukları için biz kötü Türklere baskı yapacaklar. Bize biçilen “kötü kişi” rolünü kabule mecbur edileceğiz. Sonra meyveleri yavaş yavaş derleyecekler. Önce “tazminat” adı altında paralar ödeyeceğiz (yeşil yeşil dolarların kokusunu aldılar ondan böyle aculluk ediyorlar). Sonra anayurtlarının kurtarılmasına sıra  gelecek. Artık, Sevr’de öngörüldüğü gibi ABD Başkanı mı sınırları belirler, yoksa AB Parlamentosu mu bir kıyak geçer, orada bugün yaşayan insanlar ne olur, onları nasıl bir yönetim altına almaları gerekir, bu gibi hususlar zaman içinde belirlenecek. Önemli olan işin prensibi zira, hem insani, hem tarihi, hem de “hukuki” hakları var: “Sevr Anlaşmasının imzacılarından oldukları halde kimse onlara uluslararası hukukun bir gereği olarak bu anlaşmanın değiştirilmesi veya yenilenmesi lüzumu hakkında bir bildirimde bulunmadığı gibi Lozan Konferansı için davetiye de çıkarmadı”. Tabiatiyle Taşnaklar bu iddiayı ileri sürerken Moskova ve Kars Antlaşmaları ile bu konular çözümlenmiş olduğu için bir daha Lozan’da görüşülmemiş olması gerçeğini göz ardı ediyorlar. 

Bunları neden yazıyorum? Önemli bir gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmek için. Belki Taliban’la bile bir konuşma zemini bulabilirsiniz ama bu kafayla anlaşamazsınız. Hiç ümit yok. Peki çaresi nedir? Çok basit, Oskanyan’ın söylediği gibi çözüm siyasî… tarihî, insanî veya hukukî değil. Bu noktada okurlarımıza çok önemli bir diğer tespiti sunmak istiyorum. Ermeni toplumu bu konuyu kendi içinde tartışıyor. Belki şu anda Erivan’da örtülü bir diktatörlük var ama tartışma çok gerilere gidiyor. Daha 1989 yılında Rafael Ishkhanian isimli bir Ermeni tarihçi şunları yazabiliyor: “Soykırımın çeşitli ülkeler ve BM tarafından tanınmasını sağlamaya çalışmak manasız bir iş”. (Mealen)“Bu yolla kimse kimseye toprak filan hediye etmez, alırsa kendine alır, saflığın alemi yok”8 diyor. Bugüne kadar süregelen bu tartışmanın özü çok kısa olarak şu: bazıları Ermenilerin mutlaka bir haminin kanatları altında yaşaması gerektiğine inanıyor. Bu tercihan Rusya, ancak ABD veya Batılı büyüklerden biri veya ikisi de olabilir. “Yoksa Türkler gelip, bizi öldürür; biz kendi başımıza yapamayız” diyorlar. Ishkhanian gibi bazıları da tarihten örnekler vererek “Millî sorunlarımızı yabancıların yardım ve insafına teslim ettiğimiz her durumda fena halde kazık yedik; az sayıdaki başarıyı sadece kendimize güvendiğimiz hallerde kazandık” diye karşılık veriyor ve kendi öz güçlerine dayanan onurlu bir duruşu tercih ediyor. Bizim Kuvayı Milliyecilerle İngiliz Muhipleri arasındaki çekişmeyi hatırlatan bir durum.  

Bağımsızlığın ilk yedi yılında, Ter Petrosyan döneminde ikinci görüş, yani “kuvayı milliyeciler” iktidardaydı. Devleti kurmak ve demokratik müesseseleri oluşturmak gibi fevkalade güç bir işe giriştiler. Ermenistan normal bir devlet olmak amacındaydı, bir “haydut devlet” değil. Ancak, ilk görüşün sahipleri Karabağ’ın “bilge”(!) lideriyle el altından ittifak kurup, Cumhurbaşkanının altını oydular; izlemek istediği politikaları, özellikle askerî planda ve barış müzakerelerinde emrivakilerle boşa çıkardılar ve sonunda devirdiler. Taşnak partisinin yasaklanmasına rağmen diasporadaki bazı kesimlerin yardımları ve Rus silah mafyasının katkılarıyla her türlü melaneti (kaçakçılıktan cinayete kadar) çevirdiler. Karabağ’da çözüm istemiyorlardı, amaçları insanların yaşamı ya da mutluluğu değil toprak fethiydi, (bugünkü Devletler Hukukunda “fetih” döneminin bittiğinin farkında değiller), bugüne kadar amaçlarına ulaşmış gözüküyorlar. Tabii yeni bir sıcak çatışmaya kadar. Taşnak destekli Koçaryan iktidarı Erivan’da iktidarda kaldığı sürece hiçbir konuda çözüm olmaz. İki yüzlü Batılılar da bütün bunları bile bile Erivan’daki çeteye ses çıkarmazlar.  

“Siyasî çözüm” dediğim ancak, Ermenistan’a demokrasi bir şekilde geri gelirse olur. Erivan’daki hükümet, Taşnak çetesinin tasallutundan kurtulduğunda her şey değişecektir. İşte o zaman yukarda değindiğim sorumluluğumuz özel bir anlam kazanacak ve gecikmeden harekete geçmemiz gerekecek. Öcü gibi tanıtıldığımız bir halka gerçek kimliğimizi gösterebilmeliyiz. “Soykırımdır- trajedidir” ikileminin kısır döngüsünden kurtulup, 1915’de yaşadığımız ortak dramın kurbanlarının anısı önünde Hristiyan-Müslüman ayrımı yapmadan beraberce eğilip, dua edebilmeliyiz. Bir daha emperyalizmin oyununa gelip, benzeri acıları yaşamamak için neler yapmamız gerektiğini barış içinde, dostça tartışabilmeliyiz. Ben kendi hesabıma Erivan’daki anıtın önünde 24 Nisan’da diz çöküp dua edebilirim; onlar benim de insanlarımdı, halkımdı; bir musibet gelip, bizi ayırmış. Karşılığında tek beklediğim, benim sanki dün kaybettiğim canlarıma ve 90 yıl evvel yitirdiklerime aynı saygının gösterilmesidir. Dualarımızın hiçbirinin üzerinden eksik edilmemesidir. Toplu kayıplarımıza birer isim koyup, birbirimize kabul ettirmeye çalışmamız şart mıdır? Onlara içten gelen bir saygı, samimi bir özlem ifadesinde birleşemez miyiz? Bu bağlamda, örneğin 24 Nisan’da, hem katledilen Müslüman halkı, hem de katledilen Ermenileri aynı zamanda anamaz mıyız? Bugün 40.000 kadar Ermenistan vatandaşının Türkiye’de çalışmakta olması bile, halklar arasında sorun olmadığının en anlamlı göstergesi değil midir? 

 

Karabağ’ın etrafında Karabağ’dan daha büyük bir toprak parçası 10 yıldır tek tüfek atılmadığı halde askerî işgal altında. Yüzbinlerce Azeri aile evlerinden, topraklarından uzakta sefalet içinde. Onların yurtlarına dönmesiyle Karabağ’ın statüsüne masa başında siyasi bir çözüm bulunması Güney Kafkasya’yı rahatlatacaktır. Eski bir profesyonel diplomat olarak, Koçaryan yönetimi Taşnakların “fetih” ihtiraslarını okşamak dışında bu kadar yıl beklemekle ne kazandı anlayamıyorum. Ama iyi anladığım bir şey var. Artık yolun sonuna yaklaşıyorlar. Bu noktada, meslekî insiyak beni serbestçe kaleme aldığım bu yazıda daha ayrıntılı bir analize zorluyor. Neden yolun sonuna yaklaştıklarını kısaca tahlil etmeye çalışayım:  

 

– Muhalefetin dağınıklığı sebebiyle halen rakipsiz ve seçeneksiz gibi görünen Koçaryan yönetiminin gerçekte içi boş bir ağaç gibi kof ve dayanaksız olduğu kanısındayım. Haklı mıyım, haksız mı yakında görürürüz. 

– Koçaryan’la resmiyet kazanan Türkiye düşmanlığı politikasının miadını doldurmakta ve Taşnak bağnazlığının Ermeni sessiz çoğunluğunun sabrını taşırmakta olduğunu sanıyorum. 

– Gündelik hayat ile hükümetin söylemi arasındaki terslik Koçaryan ve Taşnakların yedi yıldır temcid pilavına dönüşen argümanlarını eskitmiş. Bunun nedenleri kısaca: 

  1. a) Yoksulluğun süregiden ağır yükü,
  2. b) Dışarıya göçün tehlikeli boyutlara ulaşması,
  3. c) Bakü-Ceyhan’dan sonra Ermenistan’ı dışarda bırakan yeni demiryolu projesi,
  4. d) Rusların alacaklarına mahsuben önemli sınai tesislere el koyması,
  5. e) Gürcistan ve Azerbaycan’ın Batıyla artan bütünleşme çabaları,
  6. f) Ermenistan’ın bölge içinde giderek yalnızlığa mahkum olması.

 

– Türkiye’nin Avrupa Birliği ile müzakerelere başlaması, önümüzdeki dönemde    Koçaryan’ın husumet politikası için ölümcül darbeyi oluşturabilir. 

– Taşnak desteğindeki popülist milliyetçi söylemle barış gayretleri telif edilemez. Devlet Başkanı bizzat Karabağ bağnazlığının simgesi haline gelmiş. 

– 1999’da seçimleri kazandıktan hemen sonra katledilen iki parti liderinin, Başbakan ve Meclis Başkanının vebali mevcut iktidarın üzerinden kalkmış değil. 

– “Batı bastırırsa Türkiye sınırı açar, rahatlarız” ümidi de, inişli çıkışlı beklenti süreci uzayınca iyice örselenmiş. 

 

Böylesine bir tıkanmanın, bir süre sonra bir açılıma dönüşme potansiyelini de içinde taşıdığı kanısındayım. Bu iyimser tahminimin nedenleri kısaca:  

 

  1. a) Karabağ dışındaki Karabağ’dan büyük Azeri topraklarını 10 yıllık ateşkesten sonra hâlâ işgal altında tutma ısrarının askerî gerekçesi yok, ancak insanî maliyeti kimseye izah edemedikleri kadar fazla;  
  2. b) Sırf bu konudaki inadı yüzünden Ermenistan, kendini bölgedeki fizikî-siyasî projelerden tecrit edip, istikbalini ipotek altına sokuyor; 
  3. c) Rusya’nın mandasına sığınmanın ve ne savaş-ne barış denebilecek güvensiz ortamda diasporadan yatırım beklemenin derde deva olmadığını yaşayarak öğrendiler;  
  4. d) Halkın çektiklerinin sorumluluğunu Türkiye’ye yüklemek için “abluka” söylemine ağırlık veren Koçaryan, aslında sınırın açılmasını bir ümit haline getirerek kendi elini zayıflatıyor; 
  5. e) Karabağ sorununun nihaî çözümünü istikbale erteleyen ancak, mevcut gergin ortamı yumuşatan bir ara formülün barış sürecinin önünü açacağı, bu alanda sorumluluğun en başta Ermenistan’da olduğu fikri giderek yaygınlık ve kuvvet kazanıyor. Kısaca, üzerlerindeki baskı artıyor. 
  6. f) Her geçen gün daha fazla sayıda Ermeni, Türkiye’ye karşı husumet politikasının Erivan’daki bağnaz milliyetçilerin şaibeli iktidarına destek ancak, Ermeni halkının stratejik çıkarlarına köstek olmak dışında sonuç vermediğini ve veremeyeceğini kavramaktadır sanıyorum. 

 

Ermenistan bir şekilde demokrasiye döner ve Erivan’daki Taşnak-Karabağ çetesinin nüfuzu kırılırsa, gecikmeden diplomatik ilişki kurup, sınırı açmalıyız. O andan itibaren yeminli Türk düşmanlarının marjinalleşme süreci de başlayacaktır. Türkiye ile insanî temasların yoğunlaşması şoven Ermeni çevreleri için ağır bir darbe olur. Sivil toplum kuruluşları arasındaki doğrudan temasları şimdiden teşvik etmeli, kolaylaştırmalıyız. Demokrasilerle yarı kapalı rejimler arasındaki temaslarda diktatörler ve yalancılar daima kaybeden taraf olmaktadır. Ermeni halkı Türk televizyon yayınlarını en geniş şekilde izleyebilmelidir. Ermenistan’la normal ilişkiler kurduğumuzda bugünkü gergin, sinirli ortam yumuşayacak, çözülmez sandığımız hassas konular gündemin çok arka sıralarına gerileyecek, belki de makul uzlaşmaların yolu açılacaktır. Benim “siyasî çözüm” olarak işaret ettiğim yol budur. 

Azeri kardeşlerimiz son yıllarda Ermenistan politikamıza ipotek koydular. Ne onlara, ne de bize bir yararı oldu. Minsk Grubundaki miskinliği dahi zorlayamadılar. Neyse ki, iktidarda Taşnak destekli Koçaryan vardı, öyle veya böyle farketmezdi. Ancak, Ermenistan’da şartlar değişince bu işin bir adını koymak lazım. Dış politikada tecrübeli olan, önderlik yapması gereken kimdir? Onlar mı, biz mi? Sonuçta hatayı onlar da yapsa, fatura gene bize çıkıyor. Politikacılarımız, şirin görünmek için veya iç politika mülahazalarıyla Azeri kardeşlerimizin her istediğine “evet” deme alışkanlığından vazgeçmelidir. Azerilerle ortak yapılacak çok işimiz var; Azeri meslekdaşlarımız Sovyet döneminden miras aldıkları refleksleri yenip bizimle açık, samimi ve demokratik bir ikili  işbirliğine alışmalılar. Başlangıcında bizim önderlik ettiğimiz Minsk Grubu, başka postlara atanamayan ikinci sınıf Batı’lı diplomatların meslekî antişambrına, bir tür miskinler tekkesine dönüştü. Biz Azerilerin arkasına yapışmaya mecbur kalıp, nötralize olunca ABD ve Rusya’nın yanındaki yerimizi Fransa aldı. Azerilerin bu işten çıkarı ne oldu? Minsk Grubunun tepesinde Fransa’nın ne işi var? Kendi Taşnaklarına göz kırpmaktan başka. Azerbaycan Fransa’ya karşı ciddi bir itiraz koysa, Fransa Minsk Grubunun tepesinde oturmaya devam edebilir mi? Ermenistan “Türkiye tarafsız değil, Azerbaycan yanlısı” deyince biz düşüyoruz, maşallah çok tarafsız Fransa bizim yerimize geçiyor, ses-nefes çıkmıyor. Bugünkü durumu tabiatıyla bilmiyorum, bunlar benim görev dönemimden kalma gönül yâreleri. İnşallah düzelmiştir. Ancak, Azeri basınında Ermenilerin (pardon Taşnakların) Minsk Grubundaki Amerikalı Büyükelçiye nişan verecekleri haberleri çıktığına göre, iyimser olmak kolay değil.  

Tekrar etmeliyim, bizim en fazla dikkat etmemiz gereken husus, yaralı Ermeni ulusunu incitmemektir. Mevcut şartlarda kolay bir şey söylemediğimin farkındayım. Haksız ve onurumuza dokunan saldırılar sebebiyle en ılımlı, hoşgörülü aydınlarımız bile (örneğin Sayın Oktay Ekşi) sinirleniyor. Başta iki yüzlü Batılılara karşı olmak üzere ayniyle mukabele anlamına gelen önlemler öneriyorlar. Taşnakların yarattığı yalan duvarını aşmamızın kolay olmayacağını biliyorum. Yalnız, genel olarak tüm Ermenilere yönelik düşmanca bir kızgınlığın sadece Taşnakların işine yarayacağını söylüyorum. Hele bazı aşırı görüş sahiplerinin arada sırada yaptığı gibi, yurdumuzdaki Ermeni vatandaşlarımıza yönelik hakaret içeren bir tutumu, akıl almaz bir sersemlik, milli-dini geleneklerimize ters bir densizlik sayıyorum ve böylelerinin Taşnakların Türk ikizi olduğunu düşünüyorum. Hâlâ bizimle yaşamaya devam eden Ermeni yurtttaşlarımız bizim manevi, kültürel  zenginliğimizi oluşturuyor.9 Onlara güçlük çıkarmak yerine her türlü kolaylığı göstermeli, Cumhuriyetin Osmanlıdan geri kalmadığını ortaya koymalıyız. Yaşadıkları ülkeyle gurur duyabilmeliler. 

Bir plan yapmadan serbestçe kaleme aldığım bu duygusal yazıda iki yüzlü Batılılara çok çattım. Yanlış anlaşılmak istemem. O kronik Türk karşıtı Bayan Merkel beğense de, beğenmese de, ben Avrupalıyım ve o ne yaparsa yapsın Avrupalı kalacağım. Türkiye Batı uygarlığının bir üyesidir ve öyle kalacaktır, bu konuda kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bize yapılan haksızlıklara karşı tepkimiz toptan Batı karşıtı olduğumuz şeklinde kesinlikle yorumlanmamalıdır. Ünlü Fransız yazarı André Gide 1914 Nisanı’nda bizim Trakya’dan geçmiş. Bakın günlüğünde, şimdi yemyeşil olan, o tarihte savaşın ezdiği topraklar ve üzerindekiler için neler yazıyor:  “Edirne ve Çatalca arasındaki uçsuz bucaksız alanda, toprağın kuraklığına bakarken Türklerin daha sert bir savunma yapmamış oluşuna insan fazla şaşırmıyor. Kilometreler ve kilometreler boyunca ne bir ev, ne de bir insan var… Türk veya Yahudi olsun, Ermeni veya Yunanlı olsun ya da Bulgar, bütün bu kafalarında fes taşıyan insanlar bana çirkin görünüyor… Buralarda insanlık sadece yoksul değil, tükenmiş…” Buyrun, ben gençliğimde okuduğum André Gide’e rağmen Avrupalıyım. Bizi birbirimize düşürüp, sonra hepimize birden “çirkin” diyen sömürgeci kafayı tanıyorum. Şayet Anzaklar dünyanın öbür ucundan gelip Türklerin yerine yüzbinlerce genç ve eğitimli Fransız ya da İngiliz’i öldürselerdi, “uygar Batı” aşağıdaki sözleri söyleyebilecek bir komutan çıkarabilir miydi?  

“Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır. 1934 K. Atatürk”.10  

O kadar savaş, yıkım, kan ve göz yaşından sonra Önderimin ağzından halkım adına ben bunları söyleyebiliyorsam, neden dünyanın öbür ucundan gelip bana saldırdığını izahta zorlanacak eski düşmanım Anzaklarla her yıl dostça bir araya gelip, yan yana dua edebiliyor, savaşları, kırımları beraberce lanetliyebiliyorsam, lütfen benim yurttaşlarıma kimse insanlık öğretmeye kalkışmasın. Ermenilerle Türkler arasındaki soruna da gölge etmesinler yeter. Eşkiya hiçbir yerde ilelebet payidar olmamış. Erivan’daki çete de sonsuza kadar Ermenistan’ı yönetecek değil. Biz sabretmesini biliriz.  

Şimdi yöneltilebilecek itiraz ya da eleştiriyi tahmin edebiliyorum. Soru şu:  “Taşnaklar ve Koçaryan iktidardan düşünce soykırım tartışması bitecek mi?”. “Hayır bitmeyecek”. Yalnız şekil değiştireceğini ve amacın farklılaşabileceğini söyleyebilirim. Taşnakların siyasi bir amacı var; akla uygun bir proje olup olmadığına aldırmaksızın büyük devletlerin yardımlarıyla “tarihi topraklarını” geri almak istiyorlar, böylece yüreklerindeki kini ve güttükleri kan davasını somut bir amaca odaklamış oluyorlar. Bunun için kendilerini acındırarak Hristiyan Batı dünyasını Türkiye’ye karşı bir Haçlı Seferine kaldırmak istiyorlar. Batı’daki içten pazarlıklı, oy düşkünü siyasetçilerden teşvik görünce de ümitleniyorlar. Sadece Karabağ’ı değil, etrafındaki Karabağ’dan da büyük Azeri topraklarını silah gücüyle zaptetmiş ve on yıldır da askerî işgal altında tutabilmiş olmaktan müthiş bir tatmin duyuyorlar, kendilerini düşman oldukları Türklerden kısmen öç almış sayıyorlar ve işgali uzatarak “fethi” meşrulaştırmak istiyorlar.  Türkleri ilk Hristiyanların yaşadığı topraklardan sürmek özlemi gibi köktenciliğe, yabancı ülkelerde assimile olmamak için bir ülkü etrafında birleşmek gibi milliyetçiliğe dayalı fazla dillendirmedikleri ikincil nedenleri de var.  

Buna mukabil daha önce “kuvayı milliyeci” diye nitelediğim Ermeni yurtseverler tehlikeli hayaller peşinde koşup, genç Ermeni devletini zayıflatmak, maceralara sürüklemek istemiyorlar. Herkesle normal, uygar ilişkiler kurup, iyi geçinmek arzusundalar. Ancak, Rusya veya ABD hiçbir büyük devletin uydusu durumuna düşmek, oyuncağı olmak istemiyorlar. Amaçları barış şartlarını güvenceye alıp, ülkelerini kalkındırmak, Ermeni halkının mutluluk ve refahını sağlamak. Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk’ün uyguladığı dış politika ve güvenlik siyasetine paralel bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Biz nasıl Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, her şeye rağmen Yunanistan’a karşı düşmanlık siyasetini benimsemediysek, Ermeni yurtseverler de soykırıma uğradıklarına inansalar da, bizimle çocuklarının istikbali ve güvencesi için ortak bir zemin oluşturabilmeyi, barış içinde yanyana yaşamayı arzuluyorlar. Burada en hassas ve önemli nokta, bizim onların ıstıraplarına küçümseyerek veya duygusuzlukla yaklaştığımız konusunda sessiz çoğunluğun Taşnaklar tarafından aldatılmış olması. Acılarına saygı duyduğumuzu öğrenmek sessiz çoğunluk mensubu, normal bir Ermeniyi çok, hem de çok fazla şaşırtıyor. Bir anda kafasına adeta enjekte edilmiş olan “düşman Türk”, “gaddar, katil Türk” imgesinin inandırıcılığı sarsılıyor.  

Bu durumda, “madem ki çözümün anahtarı Erivan’da, acaba hemen diplomatik ilişki kurup, sınırımızı açsak, bizi daha yakından tanısalar iyi olmaz mı?” diye sorabilirsiniz. Keşke bunu hemen yapabilsek, ama önümüzde ciddi bazı engeller var. Koçaryan yönetimine verilecek her destek son tahlilde Ermeni halkının, “sessiz çoğunluğun” aleyhinedir. Koçaryan “Ben Türkiye’ye karşı açık düşmanlık politikası güderim ve Batılıların desteğiyle isteklerimi yaptırır, sınırı da bastıra bastıra açtırırım” mesajını vermekteydi. Ermenistan halen ciddi bir siyasi buhran  içinde. Muhalefet daha dört hafta önce Cumhurbaşkanı için ulusal bir “güven referandumu” yapılması önerisini yeniledi.11 Batılı dostlarımız da tamamen kendi iç politikalarına bağlı mülahazalarla sınır için “aç! aç!” korosuna konser verdiriyor. Doğrudur, sınır açılırsa zavallı Ermeni halkı belki bir parça nefes alır, rahatlar. Ama, Devletin başına musallat olan Komitacılar güç kazandığı için orta vadede çekmeye devam edecektir. Ayrıca, siz bu kararı özgür iradenizle alsanız bile Taşnaklar “Bak, Batı bastırınca Türkler nasıl sindi” diye takdim edecek ve halkın gözünde haklı oldukları görüntüsü yaratmaya çalışacaktır. Sonra, Ermenistan’daki zavallı halk kendi yöneticilerinden çekiyor, oysa Karabağ dışındaki verimli toprakların sahibi olan yüz binlerce Azeri kendi vatanlarında, Koçaryan’ın bağnaz ve ufuksuz politikaları yüzünden göçmenliğe katlanıyor. Azıcık ciddiyeti ve onuru olan bir devlet bütün bunları görmezden gelme zilletine razı olabilir mi?  

Kısa vadede yapılabilecek yegâne iş, dinlemekten ve zora koşulmaktan pek fazla hoşlanmasalar da gerçeği Batılı dostlarımıza ısrarla anlatmaya çalışmak ve Koçaryan yönetimini vebalı addedip, uzak durarak onun emireri olmayan tüm kişi ve kurumlarla (örneğin bağımsız iş adamları, medya mensupları, sivil toplum kuruluşları, aydınlar vb.) mevcut imkanları esnek biçimde yorumlayan dostça bir ilişki ağı oluşturmaktır. Elbetteki Ermenistan’ın iç işlerine karışmaya heveslenecek değiliz. Ancak, Koçaryan yönetimi tükenmek üzere. Ermenistan’ı normal bir devlet haline getirecek siyasî güçleri Ermeni halkı yakın bir istikbalde iktidara getirdiğinde, başlıca ilgili Batılı devletlerin ve bizim bir ön hazırlığımız olursa fena olmaz diye düşünüyorum.  

Yukarda “Avrupalıyım” dedim diye, Batı’dan gelen her sese kuyruk sallayan, Mütareke’deki İngiliz muhiplerinin güncel müsveddesi, Marksizm dönmesi liboşlar sakın heveslenip, kendilerine pay çıkarmasın. Hele, Batı destekli Taşnaklar bastırınca “soykırımı tanıyalım” diye sözde kahramanlığa soyunan, bir yerlere şirin görünme meraklısı, kiminin kaç mumluk aydın olduğu, kiminin kandilinin yağının nerden dolduğu belirsiz cibilliyetsizler hiç heveslenmesin. Ben normal Ermenilerle (“Karabağ çocukları” – Karabagh boys – destekli Komitacı katil Taşnaklarla değil) onurlu bir diyalogdan söz ediyorum. Yurtsever, ciddi Ermeni dostlarımızın deyimiyle “üçüncü kuvvetin” (artık AB mi olur, ABD mi bilemem?) talimatlarını uygulamaya amade bizdeki Taşnak benzerlerine bu Çince kadar anlaşılmaz gelebilir. Düşüncemin özü kısaca şu: benim korktuğum, çekindiğim, sakladığım bir şey yok. Gerekiyorsa herkes eteğindeki taşı döksün. Ben geçmişle hesabımı görmüşüm ve kompleks sahibi değilim ki, tarihî gerçeklerden korkayım. Tek tahammül edemediğim ırkçılık, haksızlık, ayrımcılık, Batı’daki kategorik Türk karşıtlığı. Razı olamadığım şey de manyaklığa ödün vermek. Batılı politikacılar Taşnaklara bu kadar aşık ise, ceremesini kendi ceplerinden ödesinler, benim sırtımdan değil. Paraları da var, toprakları da. Yok, ırkçı kafalarının kararttığı gönülleri AB içinde Türkleri görmeye tahammül edemiyor ise, zavallı Ermenileri buna alet etmesinler.  (Diplomatlık cüppesini bir kenara bırakmak ve emekliliğin dayanılmaz hafifliğini yaşamak hiç de fena bir şey değilmiş!). 

Meslek hayatımda sadece ana dilimde değil, İngilizce ya da Fransızca yüzlerce sayfa kaleme aldım ancak hiç bu makaledeki kadar zorlandığımı hatırlamıyorum. O yüzden bu yazıyı bitirirken, bu üzücü konuda bir daha yazmamaya karar verdim. Yalnız, Nisan ayına girerken ülkemizde koro halinde herkesin 90. yıldönümünden söz ettiği bir ortamda başlıca iki nedenle yazmam gerekiyordu. Birincisi, bu sorunun üç buçuk yıl birinci dereceden sorumluluğunu taşımış eski bir bürokrat olarak, hiç sözü edilmeyen bir iki noktayı Stratejik Analiz okurlarının dikkatine getirmem yararlı olabilirdi. İkincisi ve daha da önemlisi, bir Batı ülkesinde yaşamayı seçmiş Türk topluluğunun her türlü övgüye layık tutum ve girişimlerini kısaca tanıtmak istedim. Kanada’daki Türk diasporasının “Türk Barış Bahçesi”ne ilişkin kısa tanıtım yazılarını okuyunca, Atatürk’ün Çanakkale Şehitler Yazıtındaki sözlerinin bizim değerler sistemimizin özünü oluşturduğunu düşüneceğinizi ve bunun hepimize huzur verdiğini biliyorum. Dilerim Tanrı bir gün Taşnakları bile bizimkine benzer bir iç huzuruna kavuşturur.   

   

 

 

 

[Not: Türk Barış Bahçesinin fotoğraflarının altına ya da yanlarına, sayfa düzenini yapan kişinin tercihine göre  (Fotoğraf: Ömer F. Özen) ibaresi konacaktır.]  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Montreal’deki Türk Toplum Önderlerinin Mesajları 

 

 

 

RESİM 

 

 

 

Resim altı:  Emekli Hekim Dr.Aydın Yurtçu, Türk         toplumunun büyük saygı gören manevi         önderlerindendir.  

 

 

” Montreal’de yaşamını sürdüren biz Türkler 2000 yılında Türk Barış Bahçesini 

gerçekleştirdik. “Turquebec- Türk Kültür ve Dostluk Derneği”, “Montreal 

Türk Kültür Derneği” ve “Montreal İslam Vakfı”nin katkıları ile yerel 

düzeyde tasarlanan ve basarıyla tamamlanan bahçemiz bu güzel kentin 

cok kültürlü yapısına armağanımız oldu. Yılda 2,000.000 kişinin 

ziyaret ettiği Montreal Botanik Bahçesinde, Türk laleleriyle ve İznik 

seramikleriyle süslediğimiz bahçemiz büyük beğeni kazandı, ilgi 

gördü. Böylelikle Kanada’da barış ve uyum içerisinde yaşama dileğimizi 

kamuoyuna duyurduk, Atatürk’ümüzün “Yurtta sulh, cihanda sulh”  

ülküsüne katkıda bulunmuş olmanın ve O’nun uygarlığa 

yönelik ilkelerini Kanadalı dostlarımıza anlatmanın kıvanç ve onurunu 

duyduk ve duyuyoruz. Ermeni diyasporasının üyeleri ulusal kimliğimize, 

tarihimize, dinimize ve kültürümüze karşı yürüttükleri kin, intikam ve 

nefret kampanyalarını sürdüredursunlar, biz barış kervanı olarak 

insanlık ve sevgi cağrımızı en iyi biçimde belirttik ve belirteceğiz. 

Toplumumuzun yaptırımı olan Türk Barış Bahçemizin her Mayıs ayında 

acılış yıldönümünü kutluyoruz. Törenlerimizde Büyükelçilerimiz ile Büyükelçilik mensupları, federal ve eyalet bakan, senatör ve milletvekilleri, Montreal belediye baskanı ve çesitli ülkelerin diplomatları konuklarımız oluyorlar. Konuşma ve 

sohbetlerimiz karsılıklı saygı, hoşgörü ve dostluk içeriyor. Hep 

beraber Türk yemekleri yiyoruz. Konuklarımıza Türk lokumu ve baklava 

sunuyoruz, yakalarına nazar boncuğu takıyoruz, Türkiyemizi tanıtan 

turistik broşürler dağıtıyoruz, halkoyunları topluluğumuzun 

sergilediği güzel gösteriye Kanadalıların ve toplumumuzun katılımı ile 

neşeli anlar yaşıyoruz. Bu yıl 5. yıldönümümüzü, aynı tarihte 

Atatürk’ümüzün  doğum yıldönümüne rastlayan 19 Mayısta kutlayacağız”. 

Saygılar ve en iyi dileklerimle. Dr. AYDIN YURTCU-Montreal. 

 

 

TÜRK BARIŞ BAHÇESİ 

 

 

RESİM 

 

                Resim altı: G. Emin Battika,  T.C. Montréal Fahri Başkonsolosu ve Türkiye-Kanada Ticaret Odası Başkanı  

Kanada’da Belediye seçimleri Türkiye’dekinden farklıdır. Milli partiler yerel yönetimler için seçim yarışına girmezler. Her bölgede mahalli şartlara göre sadece Belediye hizmetlerine talip olan çeşitli partiler kurulur. Bu partiler genellikle yerel şahsiyetler çevresinde şekillenir. Taşnak lobisinin güçlü olduğu Montreal’de, yerel seçimlerde Ermenilerden katkı ve destek sağlamak amacıyla Belediye Meclisi, kentin en güzel parkında bir soykırım anıtı oluşturma yolunda bir kararı 1994’de almıştır.  

  Türk toplumu bu kararın uygulamaya konmasının Ermeni ve Türk kökenli Kanada’lılar arasında husumet yaratacağını yerel siyasetçilere her fırsatta anlatma çabası içinde olmuştur. Buna rağmen, 1998 yılındaki Belediye seçimlerinden aylar önce Hénri Bourassa parkında tam bir oldu-bittiyle böyle bir anıtın açılışına izin verilmiştir. Bunun üzerine Toplumumuz oluşturduğu komiteler aracılığıyla Belediye konutu önünde çeşitli protesto toplantıları, yürüyüş ve gösteriler yapmıştır. Ayrıca, yerel siyaset açısından daha iyi organize olmamız gerektiğini düşünerek, elimizdeki mütevazi imkanlarla toplum olarak seçimlerde rakip Başkan adayını destekledik, kamuya açık yerlerde bildiriler astık ve kahvelerdeki vatandaşlarımızı oy vermeye yönlendirdik. Taşnaklara ödün veren Belediye Başkanı az bir farkla yeniden seçilmeyi başardı ancak, bir sonraki seçimlerde bu deneyden dersler çıkaran Türk toplumunun kendisi için daha ciddi engeller yaratabileceğini de kavradı. 

Bir yıl sonra Hükümetimiz, toplumumuzun da desteğiyle bana çok şerefli bir görev tevdi etti ve T.C. Fahri Başkonsolosluğuna atadı. Quebec Devleti tarafından resmen Başkonsolos olarak tanındıktan sonra yerel siyasetçilerle, daha önce Türkiye- Kanada Ticaret Odası ve Konseyi Başkanı sıfatıyla yapabildiğimden çok daha fazla karşılıklı konuşma, görüşme olanakları buldum. Türk Komitesi üyeleriyle birlikte sorunlarımızı, yurttaşlarımızın haklı tepki ve şikayetlerini yerel makamlara en geniş şekilde yansıtmaya çalıştık.  

Bir süre sonra Belediye Başkanı Pierre Bourque Türk toplumu ile ilişkilerini düzeltmek amacı ile Türk Komitesi ile görüşmek istediğini bana bildirdi. Şehrimizde mevcut Türk derneklerinin başkanları, işadamları, aydınlar ve öğrencilerden oluşan komitemiz toplanarak, neler yapılabileceğini görüştü. Dr. Aydın Yurtçu, benzer görüşler dile getiren üyelerimiz meyanında düşmanlığa karşı insan sevgisini, husumete karşı barışı savunmanın bize yakışacağını ileri sürdü. Bu yaklaşım genel kabul gördü. Bunun üzerine, Ermeni Soykırım anıtına karşılık belediyenin mülkiyetinde bulunan ve yılda yaklaşık iki milyon kişinin ziyaret ettiği, Kuzey Amerika’da New York’taki benzerinden sonra ikinci büyüklükte olan Botanik Bahçesinden adımıza bir yer talep etmeyi kararlaştırdık.  

Belediye Başkanı Pierre Bourque ve diğer yetkililer ile bu doğrultuda yaptığımız görüşmeler sonucunda 1999 Kasım ayında, Botanik Bahçesi’nin Ana Girişinde 2.000 m2’lik bir alanı kapsayan bahçe, önerimiz uyarınca  TÜRK BARIŞ BAHÇESİ adı ile anılmak üzere Komitemize tahsis edildi. Fransa’da yaşayan dünyaca ünlü Mimar, Profesör Ahmet GÜLGÖNEN’in düzenlemeleriyle, iş adamlarımızın ve vatandaşlarımızın katkıları sayesinde ve İznik Eğitim Vakfının desteğinde temin ettiğimiz İznik çinilerinden oluşturduğumuz ve lalelerle bezediğimiz  bahçemizin açılışını 19 Mayıs 2000 tarihine yetiştirdik.  

 

2001 Yılında Ermenilerin Soykırım iddialarını dile getirmek üzere pul bastırma talebinde bulunduklarını istihbar ettik. Türk Komitesinin derhal gösterdiği tepki üzerine bu talep sonuçsuz kaldı. Biz, Türk Barış Bahçesi resimli bir pul çıkartılması talebinde bulunduk. Talebimiz kabul gördü ve pulu bastırdık. Ayrıca her yıldönümü kutlamalarında konuğumuz olan bakanlara, belediye başkan ve üyelerine Türk çinilerinden plaketler sunmakta, ziyaretçilere Bahçemiz amblemini taşıyan rozetler takmakta, anahtarlıklardağıtmaktayız. 

2003 yılı kutlamaları sırasında Ermeni gruplarının yasadışı olarak Bahçemiz yakınlarında bildiri dağıtma girişimi güvenlik güçlerince dağıtılmış ve eylemleri davetliler tarafından kınanmıştır. 2004 yılındaki 4. açılış yıldönümü kutlamalarında eski ve yeni belediye başkanlarını, konsoloslar, senatörler, milletvekilleri ve bakanları ağırladık. 2005 yılı kutlamalarının daha görkemli olacağını umuyoruz. Ayrıca, önümüzdeki Temmuz ayında Botanik Bahçesi içinde Türk Haftası adı altında bir  etkinlik düzenlenmesi konusunda bahçe yetkilileri ile anlaşma sağlanmıştır. Ülkemizi tanıtmaya yönelik bu etkinlik için çalışmalara başlanmıştır.  

Biz Kanada’lı Türkler, çeşitli etnik kökenlerden tüm Kanada’lıların dostça elele vererek çocuklarımız için daha iyi bir gelecek kurmasını istiyoruz. Geçmişi unutmadan ancak  günümüzde kan davasına da dönüştürmeden yüzümüzü geleceğe çevirebiliriz diyoruz. Barış Bahçemizin ziyaretçilerinin bu yaklaşımı onayladıklarını hissetmenin derin huzur ve mutluluğunu yaşıyoruz. Anavatanımıza sevgi, saygı ve içten bağlılık duygularıyla,  

 

Montreal Türk Komitesi Adına  G. Emin Battika,  

        1134 Ste-Catherine Ouest, Bureau 506 

                                                                    Montreal, QC H3B 1H4 

                                                                    Tel: 514-878-33-94 

                                                                    Fax: 514-878-25-83 

                                                                    E-mail: info@cctcquebec.ca 

 

Komitenin bugünkü üyeleri:  Aydın YURTCU, G. Emin BATTİKA ,  

Gönül-Yüksel ORAN, Yılmaz EKİNCİ, Yusuf KUTLU, Turan KALFA, Burhan KALFA, Osman AKYOL, Mehmet SÖZEN, Sinem VARDARYILDIZ